18 Kasım 2010 Perşembe

TÜRK EVİNİN SERÜVENİ


Türklerin yaşama mekanları tarihin en eski çağlarından beri içinde oturanlardan çok dışında kalanların ilgisini çeker.

http://www.karabukdefterdarligi.gov.tr/IMAGES/safranbolu3.jpg



Dişi kurdun çocukları ile M.Ö.1700’lere doğru tanışan Çinli gezginler ve kronikçiler eserlerinin bir bölümünü şimal komşularının yaşama mekanlarına ayırırlar. Ak keçeden yapılmış değirmi çadırlara duyulan ilgi, Hunların Orta Asya Türk birliğini sağlamasının ardından, daha da artar. Çinlilerin 1500 yıl boyunca bozkırlı göçebelerin barınakları diye küçümseyerek andıkları keçe çadırlar, Hunların yükselişiyle birlikte gücün simgesi olarak tasvir edilir. Orta Asya’ya ayak basan ilk Batılı gezginlerin ve en eski Grek tarihçilerin eserlerinde de, benzer anlatılara yer verilir.



Türklerin kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeleri, bu kez Arap gezginlerinin bakışlarını Türk evlerine çevirir. Asya’yı bir uçtan bir uca gezen İbni Fadlan, Ebu Dulef İbni Cübeyr ve İbni Batuta gibi Arap seyyahların eserlerinde ak keçeden yapılmış değirmi çadırlardan ve bu mekanlarda yaşanan hayatlardan uzun uzadıya söz edilir. Türklerin ak keçeden değirmi çadırları öylesine ilgi çeker ki, bir çok Arap tarihçi eserlerinde Hazreti Muhammed’in bile bir seferinde bu çadırlarda oturup ibadet ettiğine dair haberler e yer verirler.

Selçuklu ve Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde; Anadolu’ya gelen ilk batılı seyyahlar, ancak dışını görebildikleri Türk evlerini “taş, kerpiç ve balçıkla örülü duvarlar”dan ibaret yapılar olarak tasvir ederler .Macera peşinde koşan bu “basit seyyahlar içeriye nüfuz etmedikleri için evlerin ancak fazla gösterişli olmayan dış kısımlarını anlatabilirler”.



Türkleri, Haçlı Seferleri’ne katılan şovalye ve maceraperest seyyahların anılarından veya “Binbir Gece Masalları”nın abartılı anlatılarından öğrenen Batılılar; Türk eviyle karşılaştıklarında hayal kırıklığına uğrarlar. Tuna boylarında at koşturan “Muhteşem Türk”lerin bu mekanlada yaşadıklarını anlamakta zorluk çekerler. Daha sonra; bu basit yapıları, kendi görkemli şatolarıyla karşılaştırarak, büyük bir zevkle küçümser, hafife alır ve bu duygularla pembe hayaller kururlar. Dışarıdan baktıkları ve abartarak çizdikleri Türk evi resmini, zaten göçebe olan Türklerin feth ettikleri topraklarda kalıcı olmadıklarının işareti sayar; Avrupa başkentlerini sevince boğarlar.

http://www.alanyakml.k12.tr/galeri/ev/10.JPG



İstanbul’un Fethi Ortaçağ’la birlikte Batı’nın Doğu’ya bakışını da değiştirir. Bu sürçte Türklerin ve Türk evinin Avrupadaki imajı da yenilenir; daha bir dikkatle incelenip tanımlanır. Kimi gezginler, “kadınlar dışarıyı görmesinler diye sokak tarafına pencere koyulmadığı için”. Türk evinin güzel görünmediğini anlatırken, kimileri de “yemekte konuşup eğlenmemek..‘Allaha şükür’ deyip sofradan kalkarak yerlerini başkalarına bırakmak.. hiç tanımadıkları kimseleri bile, sofralarına oturtmak gibi Türklerin iyi huylarından söz ederler .

Başlangıçta kağıt üzerinde kalan bu düşünceler, 15. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren, Balkanlardan Baltık kıyılarına kadar uzanan geniş sahada, kültür ve sanatın bir çok dalını etkiler. Avrupa’yı bir baştan öbür başa “alaturca” modası sarar. “Türk gibi” olmak adına edebiyat, musiki ve ve mimaride önemli etkilenmeler gözlenir.



Balkanlı hristiyan şairler, Türkçe öğrenmek, okumak ve yazmak yarışına girer; Osmanlı-Türk edebiyatından etkilenip esinlenerek gazel, şarkı, kaside ve şarkı gibi divan tarzına özgü formlarda şiirler yazarlar. Türk düşmanlığıyla ünlü Sırbistan Prensi Miloş konağını, can düşmanı Osmanlı’nın özgün mimari üslûbunda, üstelik harem—selamlık geleneğine uygun iki ayrı bölüm halinde yaptırır.



Türkistan’dan sökün edip gelen Sarı Saltık ve Gül Baba gibi Yesevi dervişleri ile 12. Yüzyıl’da tanışan Balkan halkları arasında; özellikle İslamiyeti kabul eden Pomak, Arnavut ve Boşnaklar’ın yaşadıkları merkezlerde, Osmanlı Türkünün yaşam tarzı ile kültür ve mimari geleneğinden doğrudan etkilenen mabedler, kamuya açık binalar ve evler inşa edilir. Kırcali, İskeçe, Berat, Korça, Elbasan, Priştine, Üsküp gibi birçok yerleşim birimi, kısa sürede tipik Türk şehri görünümü kazanarak, Osmanlı-Türk kent uygarlığının oluşturduğu değerler sisteminin ayrılmaz bir parçası olur. Türk evi geleneğini öylesine candan benimserler ki; bu mekanlara adını ve kimliğini veren Türkiye Türklerinden daha çok sahiplenir, kollar, korur ve günümüze kadar ulaştırırlar.

http://www.istanbul.net.tr/istfoto/gravur_tablo/buyuk/ist_ev1.jpg



17. Yüzyıl’ın sonlarında Batı’ya açılan penceresinin perdelerini aralayan Osmanlı Türkiye’sini değişik vesilelerle gezip görme şansını bulan Avrupalı aristokratlar,Türklerle meskun topraklara ayak bastıkları anda, konuk edildikleri mekanların büyüsüne kapılır; duygularını anlatacak kelimeleri bulmakta sıkıntıya düşerler. “Odaların büyüklüğü, inşaatın hafiflik ve rahatlığı, odadan odaya geçme kolaylığının verdiği ferahlık duygusu” ile coşar; sofada “mermer fıskiyeden fışkıran suların latif serinliği” ile kendilerin den geçerler.

“Bütün eşyası bir katırın sırtına yüklenebilecek kadar olan bu evlerde herşey Asya da yapılacak yeni bir göçe hazır vaziyettedir; hareket saati gelip çatınca, sadece : " inşallah olsun!" diyecek efendinin sakin sesinin duyulacağı tam manasıyla Müslüman ve sapsade evlerdir bunlar”. “Pek fazla süslü olmamakla beraber hoşa giden biçimlerde yapılı, zevkli ve kullanışlı”. buldukları bu benzersiz mekanları; Türk dünyasının, yakın ve uzak doğunun minyatürü olarak görmekle yetinmez, Türklerin tarihi gibi Türk evlerinin de niteliklerini, niceliklerini ve ikibin yıllık serüvenini araştırır, inceler ve yazarlar.

http://www.kenthaber.com/Resimler/2006/01/17/00099843.jpg

SAFRANBOLU EVİ



Yabancıların, özellikle de Batılıların beğenisini kazanan bu mekanlarda doğup büyüyen aydınlarımız ve sıradan insanlarımız, tıpkı “denizin içinde, deniz nedir bilmeyen balıklar” gibi Türk evini ve bu mekanlarda kök salıp gelişen kültürü, sanatı, folkloru ve mimarsız mimariyi görmezden gelirler.



Altı yüzyılda kaleme alınan altmış binden fazla el yazması veya taş baskı kitapta; Türk evi ve bu mekanda oluşan kültürü, sanatı ve uygarlığı anlatmak şöyle dursun; Sinan gibi bugün bile konuşulan bir dehayı yetiştiren mimariye dahi altı satırlık yer ayırmazlar. Evliya Çelebi gibi Osmanlı seyyahları ile tarihçilerinin gözünde; birkaç kelimeyle andıkları Türk evi, fiziksel ve nicel bir obje olmanın ötesinde hiçbir değer ve anlam ifade etmez.



İstanbul’un fethinden sonra ortaya yönetimde söz sahibi olan Enderunlu aristokratlar, tebası oldukları devletin bir Kayı Çadırı’nda kök saldığını hatırlamak bile istemezler. Oturdukları halının atkısında ya da kilimin çözgüsünde göz nuru bulunan göçebe Yörüğü; giydikleri kaftanın kumaşını dokuyan Bozok’lu Türkmeni hor görüp ağza alınmayacak sıfatlarla anmayı büyük bir marifet sayarlar. Ulusal kültüre ve devleti kuran asli unsura duyulan bu acımasız tepki, “Duraklama” ve “Gerileme” dönemlerinde; bir takım etnik, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik etkenlerin de zorlamasıyla kıyım, kıyam ve kital boyutlarına ulaşır.

http://www.tourguideinistanbul.com/resimler/Istanbul-eskiev.jpg



BATILILAŞMA SEVDASI

Aydınlanma çağının ardından büyük atılımlar gerçekleştiren ve her alanda Doğu’ya üstünlük sağlamaya başlayan Batı ile karşılıklı yakınlaşmanın başladığı 18. Yüzyıl’dan itibaren anormal bir aşağılık kompleksi ile, ulusal kültürel değerler neredeyse terk edilecek noktaya gelinir. Sıradan insanların yaşadıkları Türk evleri, herşeye rağmen kimliklerini özenle korurken; efendi köşkleri, paşa konakları ve bey yalılarının içi Batılı zevklerle renk değiştirir. Bu mekanların sakinleri, Fransa ve Avusturya’dan ithal edilen dokuma, mobilya ve diğer aksesuvarlarla dekore etmede amansız bir yarışa girerler. O tarihe kadar, Galata Bankerlerine işi düşmedikçe Pera’ya uğramayan varlıklı kesim, Yahudi, Ermeni, Rum ve İtalyan ticarethanelerin müdavimleri arasına katılırlar. Giyim ve kuşamda yeni “moda”lar oluşur.



Lale Devri ile başlayan “batı” sevdasının ilk elli yılında; önemli yapısal değişikliklerin yanı sıra, geleneksel sanat ve zenaatların sonunu hazırlayan “Frengistan” mamulleri kullanma gibi ekonomik ve sosyal boyutlu büyük krizler de yaşanır. III. Selim gibi batılılaşmanın ve yenileşmenin önünü açan aydın bir hükümdar bile, “Ben İstanbulkari sever ve giyerim, keşke tebam da giyse” diyerek resmi binalarda yerli dokuma ürünlerinin kullanılmasını emretmek ve devlet ricalinin İran, Hint veya bir başka yabancı ülkeden thal edilen kumaşlardan elbise giymelerini yasaklamak zorunda kalır.



19.Yüzyıl başlarında Osmanlı tahtına çıkan II. Mahmut, 18. Yüzyılda aralanan Batı kapısını, bir daha kapanmamak üzere, arkasına kadar açar. “Denize düşen yılana sarılır” diyerek “yılan” olarak tanımladığı Batı’da bulduğu hemen herşeyi tereddütsüz ithal eder. Yeniçeri ocağı topa tutularak ortadan kaldırılır. Mimarsız mimarimizin Ocaklı yapı ustaları, harcını alın terleriyle yoğurdukları kışlanın enkazıyla birlikte tarihe gömülür. Askerlik, sanayi, eğitim, sağlık, sosyal ve kültür alanlarında başlattığı projelerle “Batılılaşma”yı devlet politikası haline getirilir.



Öte yandan; sarık ve külahın fesle; kaftan, fistan ve şalvarın setre pantlonla; sedir ve divanın koltukla, Mehterin Mızaka-yi Humayun’la yer değiştirdiği bir dizi “gardrop devrimi” gerçekleştirilir. Batıdan esen bu şiddetli fırtına, Türk evini de toprağından söküp öteye beriye savurur. Önce dini yapıların mimari, yapı tür ve malzemeleri değişime uğrar. Bruno Taut’un “Sinan ın biçim ve strüktür arasında müthiş bir armoni” diye tanımladığı eserlerinin karşısına Avrupa’nın keskin çizgili kliselerini çağrıştıran ibadethaneler yapılır. Yavaş yavaş Türk evi mimarisine de yansıyan “yeni stil”, bugünlere dek uzanan kültürel erozyonun da habercisi olur.



Yüzyılın ortalarında yayınlanan geniş Tanzimat ve Islahat fermanları, İstanbul’un geleneksel yaşam tarzına yasal statü kazandırır. Yarım yüzyıl gibi kısa bir sürede, yeni tarzın gereği olarak batı tekniği ile Türk düşüncesinin karışımı anıtsal yapılar ve mekanlar inşa edilir. 1831’de imar çalışmalarını daha düzenli hale getirmek için, “mimarbaşılık” kurumu şehreminiliğiyle birleştirilerek, “Ebniye-i Hassa Müdürlüğü” kurulur. Böylece; daha önce azınlıkların yaşadıkları mekanların kimliğini belirleyen kat sayısı, malzeme ve renk gibi kurallar kaldırılarak, gayrı müslimlere eşit davranmak adına Türk evi kimliğinin yozlaşmana zemin hazırlanır.

“Bu değişim ve Batılılaşma çabaları içinde, Müslüman gruplar için hala geleneksel Osmanlı yaşam biçimi ve geleneklerinin sürdürülmeye çalışıldığı” gözlenir.

http://www.bydigi.org/wp-content/ev.jpg



Mekanlardaki biçimsel değişim, en çok içinde yaşatılan sosyal ve kültürel yapıyı bozar. İstanbul’da ve hayatın her alanında “moda” uğruna akla en gelmeyecek gariplikler sahnelenir. Pera, bugün olduğu gibi, kimliği dışarıdan bakıldığında pek anlaşılamayan yarı Osmanlı ve Türk yarı Batılı ve Frenk yeni tipler ve “nevzuhur” insanlarla dolup taşar.



Bir anlamda, günümüz varoşlarında boy veren ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Lüküs Hayat” diye adlandırılan “arabesk yaşam”ların “kozmopolit kültürü”nün tohumları, “İstibdat ve Birinci Meşrutiyet” dönemi İstanbul’unda oluşturulan “alafranga” mekanlarda atılır.

http://www.yeniresim.com/data/media/659/www.yeniresim.com_-_Trkiye_Resimleri_-_Karabk_-_Safranbolu_Evleri_erden_Grn.jpg



“19. Yüzyılın sonuna doğru bu imar çalışmaları, kent içinde belirli noktaların, Batı kentlerinin etkili meydanları gibi, daha özenli bir biçime getirilmesine dek varmaktadır... Zaman zaman alınan kararlarla, kentteki bazı alanlara saat kuleleri dikilmesine, ya da bazı önemli sokak ve meydanlara, Paris ve diğer merkezlerde olduğu gibi, özel sektöre kiralanacak büfeler koyulmasına çalışılmaktadır. Ayrıca kentin çeşitli yerlerine koyulacak W.C. kabinlerinin de, sürekli olarak akar suyu olacağı ve geceleri iyi aydınlatacağı duyurulmaktadır”.



Bu dönemin ürünü olan okul, saray ve mabed leri şekillendiren batılı çizgi ve figürler; yavaş yavaş “efendi, bey, paşa konak ve köşkleri” ile boğaziçini süsleyen “zade yalıları”na ve yaşama biçimlerine de yansır. Tanzimat döneminin ünlü yazar ve şairlerinden Recaizade Mahmut Ekrem “Araba Sevdası” adlı romanında alaycı bir üslupla yerden yere vurur. Yeni yeni filizlenen Türk Tiyatrosu’nun ilk yerli eserleri de, bu bağlamda konu ve karekter sıkıntısı çekmez.

http://www.resimcity.com/data/media/143/www.resimcity.com_diyarbakir_resimleri_4.jpg

DİYARBAKIR EVİ

İttihat Terakki’nin Meşrutiyet kadroları siyasal sistemi değiştirmek üzere işbaşına gelir; ama, daha çok sosyokültürel yapıları tahrip eder ve Osmanlı imparatorluğunu kendi elleriyle yıkar. Batılılaşma” ya da “asrileşme”nin adı “terakki” olarak yenilenir; kadim dost Fransa’nın yerini Almanya, Frenkperestlerin kolduğunu Alman muhibleri işgal eder. İkinci Meşrutiyet’in siyasal doktrininin temel taşı olan milliyetçilik kavramının içinde Türk evine ve kültürel kimliğine de yer verilir. Osmanlı Asya’sının Torosların güneyinde kalan ve müslüman tebayla meskun verimsiz topraklarına; Çanakkale Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği yıllarda bile, Dersaadet’in gücünü simgeleyenTürk evleri ve Alman patentli kamu binaları inşa edilir.

Ancak; “terakki” depremi, Osmanlı başkentinde Türk evinin “ittihad”ını ve fiziksel varlığını sarsmakla kalmaz; mekan geleneğini de yaralar. Gösteriş, görgüsüzlük ve “alafranga”lık modası, geleneksel sadeliği ve özgünlüğü büyük ölçüde tahrip eder; “eski başkente yeni adetler” getirilir. Bu kısa dönemde Fatih’teki baba evini terkedip Pera’nın yakınında; Şişli ve Osmanbey gibi yeni semtlerdeki apartmanlarda yaşamak, batılılaşmanın “farz”larından sayılır. Sofa salon, dehliz koridor ve kafes panjur olur; bahçe de garden.





KANLA İRFANLA KURDUK

Türk insanı, mensubu olduğu kültürün farkını, ancak Cumhuriyet döneminde ve Atatürk ilkelerin aydınlığında farkeder. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan aldığı acı dersle kendine döner. Atatürk’ün öncülüğünde, kalabılkları ulus yapan değerleri yeniden kefşeder; ulus olmanın bilincine varır ve gereklerini yerine getirir. Bu bilinçle İmparatorluğun enkazı altından çıkardığı otantik ev ve eşya gibi maddi kültür ürünlerini onararak koruma altına alır; yaşatmak için gereken herşey yapar. Anadolu coğrafyasını hallaç pamuğu gibi atarak köklerini toprağın derinliklerinde arar. Özgün tarih, dil, kültür ve uygarlık teorileri geliştiririr.



Bu sırada bir çok doğrunun yanında, ayrıntı gibi görünen hayati yanlışlar da yapılır. Türk evi uygulamalarında kültürel kimliğinin ayrılmaz parçaları olan temel duygu, düşünce ve hayat felsefesi gözardı edilir. “Çağdaş uygarlık” adına Batıdan alınan mimari öğeler yorumlanmadan, yeniden biçimlendirilip ulusal nitelik kazandırılmadan doğrudan uygulamaya geçilir. Türk halkının kendine özgü yorumu ve çözümlemesi yerine, Batıda başarıyla uygulanan şablonlar ve ünlü mimarlar ithal edilir.



Türkiye’ye davet edilen veya iltica eden Avrupalı mimarlar; “modernleşme amacıyla geliştirilerek uygulanan Batıdan ithal edilmiş, çevrede herhangi bir cisim gibi duran binaların Türkiye’nin sosyal, doğal ve kültürel yapısıyla uyuşmayacağı” fikrinde birleşirler. Genç Türk mimarlarına yanılgıları göstererek, çağdaş Türk mimarisini sanık sandalyesine oturturlar.

http://www.arhavilikocaman.com/upload/karadeniz_evi.jpg

KARADENİZ EVİ



İsviçreli mimar Ernst Egli: Ankara’da modern adı altında ortaya çıkan ve bulundukları çevreye yabancı duran Avrupa tipi villaların Anadolu ev tipleri için hiçbir zaman örnek olamayacaklarını belirterek, “geleneksel Anadolu evinin yeni Türk konutu için model olması gerektiğini” söyler. Ünlü Alman mimar Bruno Taut da, Türk evinin; mimarların Kübik mimarlık modasından kendilerini kurtardıkları zaman, yani iklimin önemi yeniden kavrandıklarında ortaya çıkabileceğini belirterek, Türk evine giden yolu çizer. Ancak ve her ne hikmetse, mimarların zikri fikirlerini tutmaz.



1944’de yayınlanan bir makalesinde ”milli ve kendi toprağına bağlı olmayan kültürün yarattığı eserin boş ve geçici kalmaya mahkum olduğunu” söyleyen Paul Bonatz, aynı hassasiyeti Saraçoğlu Mahallesi ndeki apartman tasarımlarında göstermez. Bu binalara “cephelerinde, giriş üstündeki katların destekler üzerine yaptığı cumba benzeri çıkmalar, dar dikdörtgen biçimli pencereler, geniş saçaklar ve sacdan yapılmış kafes desenli korkuluklarıyla Türk evi görüntüsünü kazandırırken, aynı kimliği iç mekanlara vermeyi düşünmez.

Savaş yıllarında Türkiye’ye gelen Wilhelm Schütte; Saraçoğlu Mahallesi’ndeki apartmanlar ile

benzer tasarım ve uygulamaları, “Ankara ve İstanbul un yeni birçok apartmanında Avrupa konutlarında olduğu gibi sofanın bir koridordan ibaret oluşunu” şiddetle eleştirir. Bu anlayış, algılayış ve uygulamaları yanlış bulduğunun altını çizerek geçici olmasını ve “Türk evinin geleneğinde varolan sofanın yeniden canlanmasını temenni” eder.

http://www.fotografevi.com/ajanscalismalar/1%20(33).jpg

ARA GÜLER OBJEKTİFİNDEN HALİMİZ....

Gözlenen kimlik bunalımı dönemin hikaye ve romanlarına da konu olur. Falih Rıfkı Atay “Taymis Kıyılarında”, ”İngiliz Home”u ile Osmanlı konağını karşılaştırarak, düşlediği çağdaş fakat ulusal Türk evinin anlatır. Reşat Nuri “Yaprak Dökümü”nde, “lüks hayat” şarkılarıyla çatırdayan Türk evinin içine girer; geleneksel yapı ekseninde, batılılaşmayı yanlış anlamaktan kaynaklanan sosyal yıkımı dramatize eder. Yakup Kadri “Kiralık Konak”ta yaşanan hayatların öyküsüyle bugünlere ışık tutar. Yahya Kemal, Ahmet Hamdi ve Abdülhak Şinaşi gibi şairler de, genç kuşakların gözlerini Türk şehirlerine çevirerek, yozlaşmanın önüne set çekmeye çalışırlar.



Türk evinin ve Türk evi kimliğinin ciddi biçimde ve akademik düzeyde ele alınması da bu yıllarda başlar. 1940’larda Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde, Türk evi ve Türk mimarisi alanında kaybolan yeteneklerin, duyarlılığın ve bilincin kazandırılması amacıyla önemli adımlar atılır. Yukarıda adlarını andığımız yabancı mimarların da görev aldığı Güzel Sanatlar Akademisi”nde Sedat Hakkı Eldem ve etrafındaki genç mimarlar kültürel değerleri anlatma, koruma ve yaşatma yolunda yoğun çabalar harcarlar. Yaptıkları araştırma ve ortaya koydukları eserlerle, günümüze kadar uzanan çok ciddi bir çalışma sürecini başlatırlar.

http://www.ucuzotel.gen.tr/otelresim/urgup-evi.jpg

ÜRGÜP EVİ



Bu yoğun çalışmalar; henüz birincisinin külleri soğumadan patlak veren ikinci büyük döneminde hızını kaybeder. Türkiye bütün imkanlarını, savaş öncesinde ve sonrasında yaklaşık onbeş yıl, savaş cehenneminin ortasında yer almadan varlığını ve bağımsızlığını sürdürmek yolunda kullanmak zorunda kalır. Savaşı izleyen yıllarda oluşan uluslararası dengeler ile ekonomi ve toplum yönetimi anlayışı; tarımı, hayvancılığı; emeğe dayanan meslek ve zenaatlar ile bireysel işletmeleri geri plana atarak, otomasyona dayalı “sanayi”yi öne çıkarır. Kentleşme uygarlığın, apartman çağdaş yaşamın belirleyici ilk ölçütü olur.

Bu anlayış ve algılayış ekseninde gelişerek yüzyılın karakteristiği haline gelen sanayileşme, ekonomik büyüme, göç, hızlı kentleşme, nüfus artışı ve küçük aile gibi yeni olgular, geleneksel pekçok yapı gibi, yüyılda yüzden fazla reform darbesiyle sarsılan Türk evinin yıkım kararı olur.



Tarımda makinalaşma ve mülksüzleşme sonucu işini yitiren köylüler, yeni geçim imkanları bulmak için şehirlere göç eder. Cumhuriyet’in ilanından 40’lı yılların başına kadar yeni Türk evi kimliğini oluşturmaya çalışan Türkiye, 1945’lere doğru yepyeni ve bir yönüyle Anadolu’ya geldiği ilk günleri hatırlatan yaşama mekanları ve çevreleriyle tanışır. Gecekondu ve varoşlar... Ankara Belediyesi’nin sınırları içindeki gecekonduların durumlarının iyileştirilmesi ve yeniden gecekondu yapacak olanlar arsa sağlayarak gecekonduculuğun önmesi amacıyla 1948’de çıkarılan 5218 sayılı yasa ile hukuki kimlik kazanan gecekondu olgusu; çarpık yapıları, düzensiz yerleşimi, özgün ekonomisi, kültürü ve yaşama biçimi ile hayatının ayrılmaz bir parçası olur.

http://img2.blogcu.com/images/l/a/l/laletasarim/hause_earth.jpg

KERPİÇ EV



GECEKONDU DEMOKRASİ YILLARI...

1950’lerin liberal ortamında; “Muasır Medeniyet” kavramı, “Türkiye’yi küçük Amerika”, Ankara’yı Washıngton, İstanbul’u New York yapmak ve “her mahallede bir milyoner yaratmak” biçiminde yorumlanır. Birleşmiş Milletler, Nato, A.B.D. ve Marshall Yardımı gibi olgularla cilanan bu hedefe ulaşmak için, he getirip ne götüreceği üzerinde pek fazla durulmadan çalışmalara başlanır. Geleneksel sakin ve sade Türk şehirlerinin yeni kimlikleri, zaman zaman Başbakan’ın da katıldığı toplantılarda masa başında tasarlanarak uygulanmasına karar verilir.

http://lh4.ggpht.com/_QjXrnjCgLtA/Sr6hsZlQkpI/AAAAAAAABqU/2KTFpgztP-8/s800/ara-guler.jpg



Geniş bulvarlar, düzgün geniş caddeler, yayvan sokaklar, büyük meydanlar ve kavşaklar açmak uğruna;Türk tarihinin anıtsal yapıları yerle bir edilir. Mahallesinin ilk milyoneri arzusuyla yanıp tutuşan mirasyediler, bahçe içindeki konaklarının yerine, çok katlı apartmanlar ve işhanları dikerler. 40’lı yılların sonlarında bir göçebe obasını andıran gecekondu mahalleleri, giderek şehirle birleşip bütünleşmeye ve yeni bir yaşama biçimi geliştirmeye koyulurlar. 1953’te gecekondu yapını yasaklamak üzere çıkarılan 6188 sayılı Bina Yapımını Teşvik Yasası, yürürlükte kaldığı 15 yıl içinde, başta gecekondu yapını önlenmesi olmak üzere, belirlenen hiçbir amacı gerçekleştiremez.Sadece yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış bulunan gecekonduları yasallaştırır.

http://galeri.milliyet.com.tr/2009/6/13Ara_Gulerin_siyah_beyaz_Istanbulu/40.jpg



Büyük kentleri kuşatan yeşil alanlar gecekondu ve varoş gerçeğiyle çirkinleştirilirken, merkezi semtler ile eski mahallelerin beton yığınına dönme yolundaki çalışmaları ivme kazanır. Bankalar ve bazı hayır kurumları, düzenledikleri piyango çekilişlerinde; İstanbul ve Ankara’nın “en mutena semtlerinde” apartman daireleri dağıtarak, farkında olmadan Türk evlerine savaş açarlarlar. Lale Devri ve sonrasını çağrıştıran bu ortamda, varlığını koruyan geleneksel yapıların iç mekanlarının mobilya mefruşatı ile içinde yaşayahnların giyim kuşamları Avrupai ve Amerikanvari öğelerle kişiliksiz yeni bir kimlik sergiler. Savaş sonrasına kadar “orta sınıfa dayalı sosyal yapı”sı ile farklılık gösteren Türk toplumu iki marjinal uçta kümelenir.



60’lı yıllarda gecekondu ve varoşlar kent yaşamının vazgeçilemez bir parçası haline gelir. Başlangıçta “çift çubuk sahibi olacak kadar para kazandıktan sonra” sılaya dönmek üzere bir başlarına gurbete göçen aile reisleri, 60’lardan itibaren temelli şehirli olmaya karar verirler. 50’lerde sefaleti simgeleyen gecekondu mahallelerinin görünüşü hızla değişir; düzgün ve gidebildiği yere kadar altyapı ve ulaşım imkanlarından yararlanan yerleşim alanlarıda dönüşür. Merkeze yakın gecekonduların yerinde çok katlı konutlar yükselmeye başlar. Varoş sakinlerinin hayat tarzı ve dünya görüşü de bu süreçte radikal değişimlere uğrar;moda ile gelen kentlilik özentisi hayatlarının her alanını ve anını etkisi altına alır.



1961 Anayasası’nda yer alan belediye başkanlarının tek dereceli ve çoğunluk sistemi ile seçilmeleri hükmü; gecekondu sakinlerini karar mekanizmaların seçiminde büyük bir güç haline getirir. 60’lara kadar “gecekondu sorunu’nu çağrıştıran varoşlar, 17 Kasım 1963’te yapılan ilk yerel yönetim seçimlerinde “oy deposu” görünümü kazanır. Büyük kentlere göçün önü daha da açılır. 1966’da çıkarılan 775 sayılı Gecekondu Yasası ile sorunun planlı bir şekilde çözümü konusunda köklü ilkeler benimsenir. Ancak; gerek bu yasada ve gerekse bu yasa çerçevesinde oluşturulan kalkınma planlarındaöngörülen politikaların bir bölümü uygulanmadan rafa kaldırılır, uygulamaya koyulanlar da fazla etkili olmaz.

http://www.sirince-evleri.com/SirinceImages/feimg/tarihce/karlisirince.jpg

ŞİRİNCE EVLERİ

1970-1980 döneminde; yerel yönetimler “oy deposu” olarak görgördükleri varoşlarınulaşım ve altyapı sorunlarını çözer; kentle bütünleşmelerini hızlandırarak gecekondu arazilerinin değer kazanmasına katkı sağlarlar. Gecekondu olgusu bir barınma ve mekan sorunu olma niteliğinden sıyrılarak arsa spekülasyonu ve rant kavgasına dönüşür. Enflasyon nedeniyle kenti çevreleyen toprakların değerlenmesi, varoşlarda köyden kente göç edenleri ikinci plana iterek “yap-satçı müteahhit”leri ve “arazi mafyası”nı öne çıkarır. Ekonomik gücü yeten aileler gece kondularını tek katlı binaya dönüştürürken, bu imkana sahip olmayanlar arazilerini kat karşılığı müteahhitlere vererek apartman hayatına geçerler.



12 Eylül 1980 müdahalesi Türk evinin değişim sürecinde yeni bir başlangıç olur. 83’ün sonlarından itibaren her alanda gözlenmeye başlayan “gelişim”, “değişim” ve “dönüşüm” coşkusuyla, gecekondu ve çarpık kentleşme sorunlarını çözmek üzere yeniden yapılanmaya gidilir.



Ankara, sadece ve doğrudan “konut sorunu”yla ilgilenmek üzere “Toplu Konut İdaresi” ve “Arsa Ofisi” gibi yeni birimler kurulur. Konut yapını kolaylaştırıp teşvik eden yasal düzenlemeler yapılarak, finansman kaynakları bulunur. Yerel yönetimlerin, gerek toplu konut kooperatiflerine öncülük ederek, yeni yerleşim alanlarına arsa üreterek konut sorunun çözümüne katkıda bulunmaları sağlanır. Evin ayrılmaz parçası olan Türk ailesini araştırıp geliştirmek amacıyla Başbakanlık’a bağlı bir Türk Aile Kurumu oluşturulur.

Geçmiş dönemlerde ülkenin değişik bölgelerinde inşa edilen “sosyal mesken”,“afet evleri” vb. konut tiplerinin tasarım, teori ve pratiğinden edinilen el çabukluğu ile, çok kısa sürede büyük projeler üretilir ve hayata geçirilir. Geçmişte olduğu gibi, bu bu konutlarda oturacak olanların sosyal, kültürel ve ekonomik yapıları ile yaşama biçimleri göz önünde tutulmaz.



Kent merkezlerine birkaç dakika mesafede, yeşil alanlı, yüzme havuzlu, saunalı, otoparklı, alışveriş merkezli, okulu ve camii olan ve uygun ödeme koşullu “toplu konut”, “site” ve “uydu kent”lere gündüz kondurulan merkezi ısıtma sistemli, çift asansörlü, tabanı halı döşeli ve uydu antenli bloklarla, binlerce aile konut sahibi yapılır. Fiziksel ve nicel anlamda da olsa, konut sorunun büyük bir ölçüde çözüldüğü; insanların çağın bütün nimetleriyle donatılmış sıcak, rahat ve güvenli konutlarında huzur içinde yaşadıkları, yaşama çevrelerinden memnun ve mutlu oldukları ileri sürülür.

http://makaleler.ahsapkarkas.com/images/editor/Image/gelenekselegeevleri,ege,geleneksel,turkevleri,gelenekselturkevleri,ahsapevler,ahsap,tahtaev,tahta.jpg



90’lardan itibaren bin yıllık Türk şehirlerine, Türk evi kimliğinden, daha da önemlisi binayı ev yapan hayat felsefesinden uzak, ruhsuz, sevimsiz fakat gösterişli beton yığınlarıyla çağdaş, güvenli ve yaşamı kolaylaştırıcı mekanlar kazandırıldığı zannedilir. 
M. YAŞAR DURU

6 Kasım 2010 Cumartesi

ISTANBUL OLMALISIN SEN




GECMİŞE DÖNECEKSEM EĞER...
VE YAŞADIKLARIMIZI BİR DAHA YENİ BAŞTAN YAŞAYACAKSAM ŞAYET...
HERŞEY GÖNLÜMCE OLMALI VE HER BİR ŞEY YILLAR YILLAR ÖNCESİNDEKİ YERİNDE DURMALI.
SANA DAİR BİR SÖZ; BELKİ İSMİN, BELKİ SOLUK BİR RESMİN...
RUHU BEDENİMDEN VE CAN KUŞUNU ŞİMŞİR KAFESİNDEN ÇEKİP ÇIKARMALI.
YILLAR YILLAR ÖNCE VE YILLAR YILLAR BOYU DOYASIYA YAŞADIĞIM ÇOCUK GÜNLERİME GÖTÜRMELİ KAŞLA GÖZ ARASINDA.
BEDENİM YÜZLERCE KİLOMETRE UZAKLARDA...
BAZAN URFA'DA, BAZAN MUŞ'TA, MUĞLA'DA, BELKİ DE KAYSERİ VEYA KONYA'DA... MEVSİMLERİN EN SICAĞININ EN SICAK GÜNÜNDE BURAM BURAM TERLERKEN; RUHUM SOĞUK BİR ZEMHERİ AKŞAMININ LACİVERT KARANLIĞINDA HIZLI ADIMLARLA YÜRÜMELİ TARİHİ SOKAKLARININ ARNAVUT KALDIRIMLARINDA.
O SAATLERİNDE VE MUTLAKA KAR YAĞMALI İSTANBUL'A.
KAR YAĞMALI DERSAADET EVLERİNİN BEDBAHT ÇATILARINA LAPA LAPA SAVRULARAK.
YA DA KURU BİR AYAZ KAMÇI GİBİ İNMELİ YEDİKULE ZİNDANLARININ ARSIZ, SAĞIR, DİLSİZ VE KÖR DUVARLARINA.
TEN ÜŞÜMELİ ÜŞÜYECEKSE; BEDEN ÜŞÜMELİ BAŞTAN AYAĞA.
ELLER, PARMAKLAR, AYAKLAR DONMALI DONACAKSA.
TIRNAKLAR MORARMALI; KULAKLAR, AĞIZ, BURUN, DUDAKLAR VE YANAKLAR BUZ KESMELİ. YAŞ GELMELİ GÖZLERDEN, KİPRİKLERE ÇİĞ DÜŞMELİ...
TEN ÜŞÜMELİ ÜŞÜYECEKSE; BEDEN ÜŞÜMELİ BAŞTAN AYAĞA.
HAVA SOĞUDUKÇA SOĞUMALI; SANİYELER BİRBİRİNE EKLENİP DAKİKA OLDUKÇA.
ADIMLAR HIZLANDIKÇA HIZLANMALI. AÇILDIKÇA AÇILMALI BACAKLAR.
SAĞIMDAN SOLUMDAN, ARKAMDAN ÖNÜMDEN..
DÖRT BİR YANIMDAN KOŞUŞTURMALI İKALABALIKLAR...
ARNAVUT ZERZAVATÇI "PIRRASAA" DİYEREK ÇIKMALI YAN SOKAKTAN.
Fİ TARİHİNDEN KALMA YAŞLI TRANVAY, ŞİŞHANE YOKUŞUNU ÇIKMALI NEFES NEFESE.
BİR ŞİRKET-İ HAYRİYE VAPURU YANAŞMALI KARAKÖY İSKELESİ'NE.
TİPİYE BORANA, KARA VE RÜZGARA İNAT BAYRAM YERİNE DÖNMELİ ŞEHİR.
BOZUK ZEMİNİ BUZ TUTMUŞ YOLLARDA,
DİK YOKUŞLARA ALDIRMADAN KOŞMALI, DÜŞMELİ, KALKMALI VE YENİDEN KOŞMALIYIM.
TAKAT KALMAMALI KOLDA, DİRSEKTE, DİZDE. DÜZE ÇIKTIĞIMDA KÜTÜR KÜTÜR ÇARPMALI YÜREĞİM. ÇARPMALI AMA ZİNHAR DURMAMALI, TEKLEMEMELİ.
BİR DUVARA YASLAMALIYIM SIRTIMI, DİNLENMELİYİM AZ BİRAZ. AZ BİRAZ SOLUKLANMALIYIM.
VE KARANLIK İYİCE ÇÖKMEDEN, SOKAK LAMBALARI GÖZLERİNİ AÇMADAN VE ŞEHRİN ÜSTÜNE PERDE PERDE İNEN KARANLIĞA GİZLEYEREK BÜTÜN GAMI, DERDİ VE TASAYI..
KAPINDA DURMALIYIM.
KAPIYI SEN AÇMALISIN.
BEN YİNE O BİLDİĞİN TAŞRALI ÇOCUK;
SEN YİNE O DERSAADET OLMALISIN...
İSTANBUL OLMALISIN SEN.

O ADAM BENİM BABAMDI PAŞA!..

29 yıl önce bugündü!.
Sen hatırlamazsın paşa!..
Hatırlayamazsın, haşa!..
Çünkü o gün canı yanan sen değildin!.
Senin sol tarafına felç inmedi çünkü o gün.
Sana yazdığım mektupları ve makamına postaladığım dilekçeleri görmemiş yada görüp de önemsememiş olabilirsin paşa.
Ne olmuş yani, güvenlik güçleri silahlı sağ eylemci bir zanlıyı ararken bazı yanlış anlamalar ya da ufak tefek kanunsuzluklar olmuştur diyerek geçiştirebilirsin!..
“Asmayalım da besleyelim mi” diyen bir insandan herşey beklenir çünkü.
Ama paşa, şunu bil ki, senin hatırlamadığın, hatırlayamadığın yada önemsemeyip geçiştirdiğin bu ve benzeri yüzlerce olayı ben asla unutmadım, unutamadım, unutmayacağım.
Benim gibi, on yıllarını zindanlarda çürüttüğün, işkencelerle sakat bıraktırdığın sağcı ya da solcu arkadaşlarım da unutamadı, unutamadı, unutmayacak!.
Anaları, babaları, eşleri, çocukları, kardeşleri, bacıları, sözlüleri, nişanlıları, yavukluları, mahalle arkadaşları; hiç biri unutmadılar yaptıklarınızı!..
Unutamadılar sevdiklerinin yaşadıkları işkenceleri, zindanları, fişlenmeleri, işsiz bırakılmaları, sürgünleri, çatışmaları, arkadan vurulmaları!..
Ve asla unutmayacaklar kendilerine bu acıları yaşatanları, darbecileri ve darbezade kullarını unutmayacaklar!.
Herkes unutsa bile Paşa, ben unutmayacağım; yazacağım, anlatacağım, ama asla unutturmayacağım
***
29 yıl önce bir gündü!.
Sen hatırlamazsın paşa!..
Asla hatırlayamazsın!..
Çünkü o gün senin canın yanmadı; senin sol tarafına felç inmedi o gün.
Bu gün, o meş’um vakanın 29’uncu seni-i devriyesi vesilesiyle bir kez daha ciğerim yana yana hatırladığım o günü ve o gün yaşananları bir kez daha hatırlatmak istiyorum balık hafızalı halkıma!..
29 yıl önce bir gündü paşa!..
Tarih 17 Eylül 1980 ve günlerden de Çarşambaydı...
Sabahın ilk ışıkları henüz ufukta belirmemiş; henüz müezzin efendiler camilerinin yolunu tutmamış; horozlar daha ötmemişken ve koca şehir derin uykusunda mışıl mışıl uyurken; adamların sokaklara düşmüşlerdi o gün.
Adamların dediğim 12’si sivil, 25 kadar da rütbeli-rütbesiz askerlerden oluşan tepeden tırnağa silahlı bir takım yani.
Ülkemin Başkentinden kilometrelerce uzakta...
Peygamberler Şehri Urfa’da,
Vali Fuad Caddesi, Fırfırlı Sokak’ta bulunan 6 numaralı evi kuşatmaya gidiyorlardı.
Ellerine bir kağıt vardı. Kağıtta İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki (1978/.....) numaralı davanın sanığı falan gazetenin yazarı ve yazıişleri müdürü filanın duruşmalara gelmediği belirtilerek tutuklanmasına ve gereğinin yapılması için karar suretinin ilgili C. Savcılığı’na gönderilmesine karar verildiği yazıyordu.
Ev sessizce kuşatıldı o gün paşa!..Eli silahlı askerler komşu evlerin damlarına mevzilendi; sivil polisler sokağı kontrol altına aldılar. Çam yarması gibi iri-yarı bir sivil memur kapıyı yumrukladı.
Kuşattıkları evde topu topu iki kişi yaşıyordu Paşa!..
Emine Bacı, benim rahmetli anam yani, 60 yaşındaydı ve şeker hastasıydı.
Aziz Emmi, yani benim rahmetli babam, 5 yaş kadar büyüktü hanımından, kulakları ağır duyardı.
Gürültüyü ilk Anam duydu.
Üstünü başını düzeltip, “geldim!..geldim!..” diyerek gözetleme penceresine koştu; kafasını uzatıp meraklı gözlerle kapıyı yumruklayan adamı tanımaya çalıştı.Tanıyamayanca da:
“- Kim o?” diye seslendi.
“Aç polis” cevabını alınca, ağzı kurudu o anda, eli ayağına dolaştı kadıncağızın.
Babam da uyandı seslere, ceketini omuzuna atıp hanımının yanına geldi.
Anam bir şey sormasına fırsat vermeden; kapıdakilerin polis olduğunu ve kapıyı açmasını söyledi eşinin kulağına bağırarak.
Yaşlı adam kapıya inen merdivenlere yöneldi telaşla.
Ama daha iki basamak inmemişken kapı güm diyerek açıldı arkasına kadar.
Çam yarması sivil polis önde, arkasında beş-altı memur daha ve hepsinin parmakları tetikte basamakları üçer-dörder tırmanarak üç-beş saniye içinde yazlığa ulaştılar.
Sonra tıpkı yerli filimlerdeki gibi;
“- Ellerini kaldır!.. Kaldır kaldır!.” Sen de hanım, sen de kaldır ellerini!..” diyerek iki yaşlı insanı etkisiz hale getirdikten sonra evi aramaya koyuldu bir kaçı.
Bir kaçı etkisiz hale getirdikleri iki yaşlı insandan gözlerini ayırmadan amirlerinin ayaküstü sorgulamasını izlediler. Çam yarması amir:
“- Bak baba, bize zorluk çıkarma!.. Biz oğlunu arıyoruz!.. Bu adrese kayıtlı.. Neredeyse söyle, boşuna evi dağıtmayalım” diyerek sebeb-i ziyaretlerini anlatmaya başladı.
Babam, oğlunun 1971’den beri İstanbul’da yaşadığını anlattı dilinin döndüğü kadarıyla, ama bir türlü anlamadı karşısındaki. Sonunda:
“Napmış oğlum, niye arıyorsunuz?” diye sordu!..
Olan da bundan sonra oldu paşa!
“Cinayetten” dedi Çam yarması. “ Anarşik olaylarda yani..vurmuş birini” diye bir de açıklama getirince, Babam olduğu yere yığılıp kaldı.
***
O Adam benim Babam’dı paşa!..
Değil adam öldürdüğüme, topal bir karıncayı ezdiğime tanık olsa, duysa ve inansa öz oğlunu kendi elleriyle yargıya teslim ederdi.
Benim babam, adam gibi adamdı!..
Sana ve sağında solunda oturttuklarına benzemezdi.
Benim babam adamdı paşa, adam, adam!..
O gün sapasağlam yığıldığı yerden sol tarafı felçli olarak kaldırıldı.
O yüzden aylarca sokağa çıkamadı.
Üzülmeyeyim diye başına gelenleri yazmadı bana.
Telefonlarıma çıkmadı, çıktığında da tek kelime anlatmadı o güne dair.
Camie gidemedi, namazını kılmakta zorlandı.
Yine de sana, o Çam yarması memura ve diğer yolarkadaşlarına bir kez olsun beddua etmedi Babam.
Babam sana ve senin gibilere benzemezdi paşa!..
Adamdı, adam!..

Şimdi söyler misin bana paşa?
Söyler misin seni nasıl affedeyim?
Hastalandığında iyileşmen için nasıl dua edeyim?
Musalla taşına konulduğunda, nasıl “iyi bilirim” deyip hakkımı nasıl helal edeyim?
Arif Nihat Asya hocamın mısralarıyla söylemem gerekirse, son sözüm şudur paşa:
“Kazayı belayı eceli... Habil’i, Kabil’i...
Melek olduğuna güç inandığım Azrail’i...
Beddualarıyla dili... Başı, ayağı, eli...
Gölgemin gölgesi karahaberi...
Takdir, mukadderat, kaderi...
Bahçemi beğenmeyen çiçekleri de...
Soframı hor gören yemekleri de...
Gelmişleri de geçmişleri de”
Affedebilirim, affediyorum paşa!..
Ama seni... Seni ve yol arkadaşlarını asla affetmem, affetmiyorum, affetmeyeceğim,
Sana Paşa!..Sana ve yol arkadaşlarına ödediğim vergilerle geçen hakkımı da asla, kat’a ve zinhar helal etmem, etmiyorum ve etmeyeceğim!..
Cenab-ı Peygamber’in “ölülerinizi hayırla anınız” tavsiyesine rağmen; Seni ve yol arkadaşlarını rahmetle anmayacak, iyi bildiğimi söylemeyeceğim.

TANKLA TÜFEKLE KORUDUK BİZ BU CUMHURİYETİ...

Güya üç maymunu oynayacaktım Mehmed’im
Güya gözümün önündekini dahi görmeyecek ya da görmezden gelecektim sevgili torunum. Mesela: 12 Eylül 1980 Cuma sabahı bir araya gelen 5 orgeneralin kafa kafaya verip aldıkları bir kararla:
* TBMM’nin kapattıklarını,
* T.C. Anayasası’nın rafa kaldırıldıklarını,
* Siyasi partilerin kapısına kilit vurulduklarını ve mallarına el koyduklarını duymamış olacaktım güya.
Güya görmemiş gibi davranacak ve kimseyle konuşmayacaktım.
Üç maymunu oynayacaktım yani!..
Kulağıma söyleneni dahi işitmeyecek ya da duymazdan gelecektim güya.
12 Eylül 1980’den sonra 5 orgeneralin kafa kafaya verip aldıkları kararlarla:
* 650 bin kişinin göz altına alındığını;
* 1 milyon 683 bin insanımızın fişlenerek hayatlarının karartıldığını
* Açılan 210 bin davada 230 bin insanımızın sanık sandalyesine oturtulduklarını;
* Bunlardan:
71 bininin TCK’nın 141, 142 ve 163’üncü maddelerinden;
98 bin 404 kişinin de örgüt üyesi olmak suçundan yargılandıklarını
görmezden gelecek, duymamış olacak ve konuşmayacaktım.
Üç maymunu oynayacaktım güya!..
Güya kelimeler peşpeşe dilimin ucuna gelmiş olsalar dahi söylemeyecektim.
12 Eylül 1980’den sonra 5 orgeneralin kafa kafaya verip aldıkları kararlarla:
* Kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde hakim karşısına çıkarılan169 bin 404 yurttaşımızdan 7 bini hakkında idam cezası istendiğini;
* Bunlardan 517’sine ölüm cezası verildiğini;
* Hüküm giyenlerden 50’sinin idam edildiğini güya görmezden gelecek, duymamış olacak ve konuşmayacaktım.
Üç maymunu oynayacaktım yani!..
Tutulası dilim, körolası gözlerim ve kırılası ellerim ve hatta hayallerimle dahi fikir zinası yapmayacaktım güya.
12 Eylül 1980’den sonra 5 orgeneralin kafa kafaya verip aldıkları kararlarla:
* Gözaltına alınan yurdum insanından 300’ünün kuşkulu bir şekilde öldüğünü ya da öldürüldüğünü;
* 171 vatan evladının işkenceden öldüğünün belgelendiğini;
* Ceza evlerinde 299 kişinin çeşitli nedenlerle hayatını yitirdiğini;
* 14 kişinin açlık grevinde,
* 16 kişinin kaçarken,
* 95 kişinin çatışmada öldürüldüğünü;
* 73 kişi için doğal ölüm raporu verildiğini ve
* 43 anakuzusunun intihar ettiğinin bildirildiğini görmezden gelecek, duymamış olacak ve konuşmayacaktım.
Üç maymunu oynayacaktım yani!..
“Yetiş ey ehli vatan, memleket batıyor” deseler dahi, kat’a istifimi bozmayacak, zinhar dönüp bakmayacaktım.
12 Eylül 1980’den sonra 5 orgeneralin kafa kafaya verip aldıkları kararlarla:
* Yurt dışına çıkmak isteyen 388 bin kişiye pasaport verilmediğini;
* “sakıncalı” oldukları gerekçesiyle 30 bin kişinin işinden atıldığını;
* 14 bin kişinin yurttaşlıktan çıkarıldığını ve 30 bin yurttaşımızın da yasadışı yollarla yurtdışına kaçıp siyasi iltica talebinde bulunduğunu görmezden gelecek, işitmemiş olacak ve konuşmayacaktım.
Üç maymunu oynayacaktım yani!..
Darbeleri sorduklarında; 27 Mayıs 1960 veya 12 Mart 1971, ya da 12 Eylül 1980 dediklerinde söylenenleri duymazdan gelecektim güya.
12 Eylül 1980’den sonra 5 orgeneralin kafa kafaya verip aldıkları kararlarla:
* Mahkemeye verilen 400 gazeteci hakkında, -ki bunlardan biri olmak benim için her zaman gurur vesilesi olmuştur- 4 bin yıl hapis cezası istendiğini ve toplam 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildiğini;
* Saldırıya uğrayan meslektaşlarımın sayısının 300 olduğunu,
* 31 gazeteci ve yazarın cezaevine girdiğini;
* 3 gazetecinin silahlı saldırı sonucu öldürüldüğünü;
* Sıkıyönetim Komutanlıklarının kararlarıyla gazetelerin 300 gün yayın yapamadığını;
* Türkiye’nin en büyük 13 gazetesi hakkında 303 dava açıldığını ve 39 ton gazete ve derginin imha edildiğini görmezden gelecek, duymamış olacak ve konuşmayacaktım.
Üç maymunu oynayacaktım yani!..
Gazetelerde çarşaf çarşaf 28 Şubat 1997’deki postmodern darbe yorumları yayınlandığında ya da 27 Nisan 2007 e-muhtırasını konu alan bir program ekranlara geldiğinde, görmezden gelecektim güya.
12 Eylül 1980’den sonra 5 orgeneralin kafa kafaya verip aldıkları kararlarla:
* Darbe sürecinde 937 filmin sakıncalı bulunarak gösteriminin yasaklandığını;
* 23 bin 677 derneğinin faaliyetlerinin durdurulduğunu; 3 bin 854 öğretmen, 120 üniversite öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildiğini görmezden gelecek, duymamış olacak ve konuşmayacaktım.
Üç maymunu oynayacaktım yani!..
Hayatımın akışını değiştiren darbelerden herhangi biri hakkındaki duygu, düşünce veya anılarımı anlatmam için önüme mikrofon uzatıldığında; susma hakkımı kullanacak ve tek kelime söylemeyecektim güya.
O günden sonra -10 Kasım 1981- 5 orgeneralin kafa kafaya verip aldıkları kararlarla: TRT’de çalışan 101 kişinin hiçbir gerekçe gösterilmeden görevlerinden alınarak meslekleriyle ilgili olmayan veteriner, orman, kömür, liman, ziraat, toprak-su müdürlüklerine atandıklarını da görmezden gelecek, duymamış olacak ve konuşmayacaktım.
Üç maymunu oynayacaktım güya.
Asla okumayacaktım!.
Kat’a yazmayacaktım!.
Zinhar konuşmayacaktım.
Ama olmadı Mehmed’im!..
Yapamadım benim güzel torunum!..
O günlerde yaşadıklarımı, gördüklerimi ve o günlere dair işittiklerimi yalnız sana ve yalnız senin yaşındakiler için yazmaya karar verdim.
Birkaç ay eve kapanmam bu yüzdendi.
Nihayet sonuna geldim Mehmed’im.
Mesele çalışmamı basıp dağıtacak bir yayımcı bulmakta.

ALLAH RIZASI İÇİN SİYASET(MİŞ)...


Allah Allah!.. Allah Allah!..
Allah Allah ki hem de ne Allah Allah!..
Efendi hazretleri siyaseti, “Allah rızası için” yapıyormuş.
O böyle dedi diye, biz de yutup yiyeceğiz bu dolmayı, öyle mi? Sevsinler!..
Efendi hazretlerinin efendisi efendiye göre; “Siyaset dosta tavsiye edilmeyecek kadar değersiz, düşmana bırakılmayacak kadar da önemli ve değerli bir meslek” bir işmiş.
Doğru söze ne diyebiliriz ki, el hak doğrudur demekten başka.
Kimilerinin Bediüzzaman Said Nursi ‘ye, kimilerinin Üstad’ın sadık şakirtlerinden Kırkıncı Hoca’ya,
Postmodern Alperenlerin Fetullah Hocaefendi’ye; tasavvuf ehli kimi dervişlerinse Abdülhakim Arvasi’ye mal ettikleri bu özlü söz siyasete ısındırmışmış efendi hazretlerini. Yoksa; yanından yamacından geçmek şöyle dursun, siyasetin “s”sini dahi ağzına almazmış.
Efendi hazretleri bu sözü duyduktan sonra; pantlonunu ve donunu çıkarıp Haşemasını geçirmeden bacaklarına, “ya Allah!.. Bismillah!.” nidalarıyla çivileme atlamış siyaset deryasına.
Ve tabi başlamış “Allah rızası için” siyaset çirkefinde kulaç atmaya.
Gençlik yıllarında, anarşinin sokaklarda kol gezdiği günlerde,1970’li senelerde yani, ilkokulu Ülkü Ocakları, orta ve liseyi MHP mektebinde okumuşmuş. Çalışkan, zeki ve atik bir gençmiş o yıllarda. Hem vatan-millet diyerek nutuklar atmış, hem kitap-dergi-gazete satarak ticareti öğrenmiş. Derken, İflas Marka Su Arıtma Cihazı pazarlamacılığından tekstil sektörünün devleri arasında yer almayı başarmış kısa sürede.
Aklınıza kötü bir şey gelmesin ve münafıklık etmeyin sakın.
Efendi hazretleri gayreti, çalışkanlığı, bileğinin hakkı, alnının teri ve gözünün nuruyla kazanmış tüm kazandıklarını.
Uzun lafın kısası: ticaret veya siyaset, her ne yapmışsa o delikanlılık yıllarında, hep “Allah rızası için” yapmışmış.
Ne güzel, ne hoş ve ne ala değil mi?
Allah her kuluna nasip etsin böyle güzel hizmetleri.
Daha da güzel olanı; 12 Eylül 1980 darbesini izleyen üç yılı bazan ikinci adres veya medrese-i yusufiye dediği cezaevlerinde kimi zaman ehl-i tarik sohbetlerinde ve tasavvuf musikisi meşklerinde:  "Sordum sarı çiçeğe / Siz de ölüm var mıdır? Çiçek eydür derviş baba / Ölümsüz yer var mıdır?" İlahisine vokal yaparak güven içinde geçirdikten sonra, 1983’te kendisi gibi dinini-diyanetini bilen bilmem ne paşa cemaatinden Ziraat Bankası Memurlarından Sıddık Efendi’den olma ve Muallime Hafize hanımdan doğma Elektrik Yüksek Mühendisi Turgut Özal’ın Anavatan’ına iltica etmiş.
Ha bu arada, fazla sık olmamakla birlikte, askeri rejimin o zor günlerini siperde tespih çekip nefislerini terbiye etmeyi tercih eden Akıncı Mücahit kardeşlerinin kapısını çalmış.
Oh ne hoş!.. Oh ne ala!..
80’li yılların sonlarına gelindiğinde; eski siyasilerin yasakları kalkınca, daha önce kapısının önünden dahi geçmediği Refah Partisi’nin eşiğinde, Muhterem ve Mücahit Erbakan’ın mübarek elini öpmek için günlerce gecelerce el pençe divan beklemiş; secdeye kapanmış. Ne yapsın Efendi Hazretleri, daha ne yapabilir ki Allah rızası için siyaset adına.
28 Şubat sırasında Sincan’da tanklara balans ayarı verildiğini görünce, anlamış Mücahid Erbakan’da Müteahhit Necmüddin kadar bile yürek olmadığını. Hoca efendinin emekli maaşı ile biriktirdiği yüz küsur kilogram altının geç de olsa farkına varmış.
Geç de olsa maymunun, pardon Efendi Hazretlerinin, gözleri açılmış ve...
Ve nihayet bu karanlık günlerin sabahlarından bir sabah, 21. Yüzyılın ilk ışıklarıyla nurlanarak hideyeti ermiş Efendi Hazretleri.
Birkaç gün önce “muhtar bile seçtirmezler” diye hafife aldığı, Milli Görüş davasına ihanetle suçladığı İstanbul Büyükşehir Belediye eski Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasında ve eski mücahitlerle omuz omuza safa durmuş. Tabi yine her zaman olduğu gibi,sadece ve sadece “Allah’ın rızasını kazanmak için siyaset yapmak” niyetiyle.
Efendi hazretleri hala aynı abdest ve aynı niyetle aynı saftaki yerini korumaya çalışıyor..
Üç yılın sonunda mücahitlikten emekliye ayrıldı, yaş haddinden.
Ama aç ve açıkta bırakılmadı.
Parti Genel Merkezi ve yeni efendisi Recep Tayyip Erdoğan hazretleri “Müteahhitlik yaparak da Allah’ın rızasının kazanılacağına” ikna etti efendi hazretlerini.
Yakında “müsaitlik” payesi verilerek Ankara’ya çağrılacağı söyleniyor.
Hadi bakalım, kolay gelsin...
Şimdi...
Kolay gelsin gelmesine de, kim bu efendi hazretleri diye mırıldandığınızı duyar gibiyim.
Yanılıyor muyum yoksa?
Merakınızı gidereyim hemen.
Efendi hazretlerinin belirli bir adı, soyadı yok.
Adı zamana, mekana, mevkie göre değişebiliyor.
Bunun içindir ki Efendi hazretlerini tanıyanlar, Aziz Nesin yıllar önce “siyaseti vatan, millet ve halk için yaptığını” söyleyen üçkağıtçılara taktığı adla anıyorlar.
Adları, makamları, mevkileri ve servetleri ne olursa olsun, farketmiyor hiç.
Böylelerine Zübük diyorlar bizim memlekette. 

SİYASETİN YARITANRILARI


Cisimleri bizim gibi etten-kemikten ve sudan ibaret..
İsimleri pek lazım değil ama, sizin gibi Ahmet, Mehmet..
Tanju, Tarık, Çetin, Metin veya başka bir karın ağrısı olabilir.
Fizikleri-kimyaları, boyları-posları, işveleri ve nazları da sonucu değiştirmez.
Akropolis’te yaşamamış, hiçbir mabede resimleri, heykelleri ve freskleri konulmamış olsalar da; Antik Yunan’ın büyük tanrısı Zeus kendilerine sahip çıkmasa da, onlar postmodern siyasetin yarı tanrılarıdırlar.
Onlar hiçbir şeydirler, hiçtirler gerçekte.
Ne var ki, görünüşe aldananlar onları bir (insan dışkısı) zanneder!
Kendilerinden önce terle karışık gülyağı kokuları sarar girecekleri mekanların dört bir yanını.
Bu kokuya aşina olanlar, hemen anlarlar kimin, siyasetin hangi yarı tanrısının teşrif ettiğini.
Siz bakmayın bol soğanlı-sarmısaklı yemeklerden nefeslerinin ve terlerinin leş gibi koktuğuna.
Elbiselerinin altında bir can ve hele de bir adam olmayışı da yanıltmasın sizi.
Bu gelen siyasetin yarı tanrılarından şey beydir...
Başkası olamaz asla!.
Bu kadar rengarenk ve marka giysileri bu şehirde başka kim giyebilir?
Kimin haddine yaz günü Temmuz’da siyah renk kumaştan mamül Pierre Cardin takım elbise giymek?
Kol ağzı manşetli, fıstıki yeşil renkte Abbate marka gömlek, politikanın yarı tanrısından başkasına yakışır mı?
Versaje saf ipekten çingene pembesi kravat ve mendile ne demeli?
Ayakkabıları elbetteki Togo’dan olacak.
Çorabının çiftine ödediği para ile üç kişilik bir aile, üç gün, üçer öğün sofra kurup karın doyurmadıktan sonra, yarı tanrı olsa ne yazar, olmasa ne yazar!..
Her gün yıkanmak veya duş almak gibi bir adetleri yoktur ama, antik Yunan’ın yarı tanrılarına inat, bizimkiler sinek kaydı traşlarını olmadan evden dışarı adımlarını atmazlar.
Ah bir de politik serüvenleri boyunca çektiği çileler gür saçlarına ak düşürmemiş; davetleri geri çeviremedikleri için bu kadar fazla kilo almamış olsalar var ya, onları görenler kesin kes “Kadir İnanır yarım metre kısalmış”, ya da “Red Kit çok kilo almış” derler.
Ya o rahmetli Yılmaz Güney’i andıran siyah gözlere ve uzun kirpiklere ne demeli?
Bu krizde nasıl olur diye sormayın.
Sözünü ettiklerimiz siyasetin yarı tanrıları.
Herkesi delik-deşik edip kevgire çeviren kriz, yarı tanrılara elbette teğet geçer.
Hepsi değil belki, ama tamamından bir eksiği harbi kırrodur bu yarı tanrı müsveddelerinin.
Edep erkan pek bilmezler ama, paralarıyla çok kolay kapatırlar gundiliklerini.
Ölçü ve değer diye kavramlara yabancıdırlar. “Rabbena hep bana” tekerlemesini ciddi ciddi Allah’ın ayetlerinden bilirler. Deveyi havutuyla beraber mideye indirmeleri “Rabbena hep bana” hükmüne sadakatlerindendir.
Bunun içindir ki en ağır ekonomik krizde bile, abartmak gibi olmasın ama, sadece ve sadece yarı tanrılara yakışır bütün bu tantana, bütün bu debdebe ve saltanat.
Aslında siz de biz de farkında değiliz ama, onlar kendilerinin, şahsen ve bizzat gerçekte bir b.. olamadıklarının farkındadırlar..
Farkında oldukları içindir ki, kartvizitlerini kağıda değil dillerine bastırmışlardır. Girdikleri her ortamda, elini sıktıkları her kişiye önce adlarını-soyadlarını söyler. Tabi ancak kendilerinin duyabilecekleri bir sesle. Arkasından:
 “.... Partisi Yönetim Kurulu” Diye dört kelimeyi makinalı tüfek gibi peşpeşe çıkarırlar ağızlarından.
Gerisi yılan tıslaması gibi bir ses, yani yönetim kurulunun nesi olduğunu ne kendileri duyar ne de karşılarındakine duyururlar.
Neyin nesi, kimin fesi, hangi mahlukatın tersi olduklarını sır gibi saklarlar
Davet beklemeden geçer mümkün olduğu kadar baş köşeye otururlar. Ne de olsa bilmem ne partisi yönetim kurulunun şeyi veya bir şeyidirler. Siyaset mabedinin yarı tanrılarıdırlar.
İlk işi cep telefonlarını kılıfından çıkarmak olur. Sanki her an aranacakmış gibi sessize alıp önlerindeki sehpa ya da masaya, gözönünde bir yere bırakırlar. Yaptıkları günümüzde pek kabalık olarak kabul edilmese de:
“Sayın Bakanımız her an arayabilir diye telefonu böyle şettim, particiliğin pis tarafı bunlar” derler ve çoğunlukla “particilik” sözcüğünün altını çize çize. Güya mazeret beyan edermiş gibi yapıp, havasılarını basarlar gerçekte. Yarı tanrı olduklarını ima yoluyla anlatırlar güya. Tabi muhattapları yerse. Ki böylesine debdebe ve bu denli alay-yü vala ile arzı endam eden yarı tanrının aslında yarı tanrılık şöyle kalsın, adam müsveddesi dahi olmadıklarını kim, nerden bilebilirki.
İster istemez: “Ya... öyle mi? Ne güzel... Siyaset memlekete ve millete hizmetin en kestirme yoludur. Ne mutlu size beyfendi, tebrik ederim” cinsinden günde belki on adet bunun gibiler ve yoldaşları için ezberlediği cümleyi tekrarlar yapmacık bir gülümsemeyle.
Sıcak veya soğuk içeceklerden birer yudum alındıktan sonra, aslında bilmem ne partisi 50 asil ve 50 yedek üyeden oluşan yönetim kurulunun sonuncu yedek üyesi olan adam, “Telefonumu bir yere yaz müdürüm. Seninkini de şuraya kaydet” diyerek sıcak temas sağladıktan sonrası kolaylaşır. “Her hangi bir sıkıntın olursa, istediğin saatte ara. Malum bizim gibi siyasetçilere uyku haramdır, telefonları 24 saat açık olmak zorundadır. Evel Allah çözemiyeceğimiz iş yoktur.” cinsinden çeşitlemelerle süslediği konuşmasını noktalar. Bardağında her ne varsa, son bir yudum daha alır ve asıl hamleyi yapar. “Mehmet’i.. şey.. pardon.. ağzımdan şeyoldu yani.. Samimiyetten işte.. kucağımda büyüdü.. Ha.. onu diyecektim, bizim Bakan’ı o listenin başına ben koydurdum, duymuşsundur muhakkak. Sonra kapı kapı dolaşıp bütün batılı oyları topladım” diyerek değil iki, birkaç kuşu birden vurur. Hem de hepsini tam da alınlarının ortasından. Hem küçük dağları kendisinin yarattığını, cumhuriyet hükümetinin paradan-puldan sorumlu bakanını kendisinin atadığını ima ederek yarı tanrılığını resmen ilan eder hem de mindere çıkarmadan mekan sahibinin belini orta yerden kırar.
Gerisi rica bile sayılmayan, küçük ricalar. “Seni fazla meşgul etmeyeyim müdürüm, şu kanalizasyon ihalesi işini benim yeğenin şirketine hallet.. Sen de kazan yeğenim de kazansın. Ha yeğen dediğim öyle hasso cello takımından değildir.. Benden çok Sayın Bakan’ın yakınıdır. Öz amcası oğlunun kayınbiraderinin kapı komşusunun eniştesinin eniştesidir.Bu kadar yakındırlar yani..”
Yazdıklarıma dudak büküp hiç yaşamadım, tanık olmadım, hatta duymadım diyenler beri gelsin.
Ha unutmadan bir not daha düşerek noktalıyayım yazımı. Yukarıda anlatılan olay, mekan, zaman, kişi, kurum ve kuruluşların gerçek olay, mekan, zaman, kişi, kurum ve kuruluşlarla uzaktan yakından alakası yoktur. Dolayısıyla kimse üzerine alınmasın, kimse kendini yarı tanrı sanıp etrafındaki şakşakçılara hava basmasın.

YUSUFCA (2)



Bu gece İstanbul'dayım Yusuf /
Geceyarısına çeyrek kala /
Kimse bilmesin, sen de söyleme /
İstanbul bilmesin, Üsküdar görmesin /
Gecenin bir yarısında Yusuf /
Zifiri karanlığına Bizans'ın /
Yıllar yıllar sonra döneceğim /
Ve İstanbul oralı olmayacak
Bir çığlık atacağım sessizliğe inat /
Yıldızlar uyanacak /
Sen uyanacaksın /
Ve Mısır'ın sağır sultanı duyacak /
Bir Sen bileceksin Yusuf /
Bir Üsküdar görecek /
Kızkulesi ellerimden tutacak /
Koluma girecek Salacak /
Züleyha Firavun Sarayı'nın penceresinde /
Gözyaşları akdenize Akdeniz'den taşacak /
Gömleğim arkadan yırtılacak /
Sen kıskanacaksın /
Kıskanacaksın Yusuf /
İstanbul kıskanacak!.. /